YAŞAMAK
Yaşamak neydi? Hakikate yazılanı yaşamak mı tatmin eder insanı, yoksa yaşayamadıklarının hayalini kurmak mı?

Fatma Basum
-Yaşamak neydi?
Hakikate yazılanı yaşamak mı tatmin eder insanı, yoksa yaşayamadıklarının hayalini kurmak mı?
Evet, biz insanoğlu bir düzen üzerine kurulu bu âlemde, payımıza düşen kaderi yaşar ve "iyi" ya da "kötü" kavramlarını şekillendiririz.
Her insan özünde iyiydi. Peki, insan iyilik üzere doğmuşken bir yerlerde yapılan kötülükler neden hayatta var oluyordu?
Kötülük, insandan bağımsızken nasıl olur da bir insanın bedenini esir alabiliyordu?
Çoğalan kötülüklerle insanı ve zamanı suçlasak da, aslında kötülük; insandan ve zamandan bağımsız bir gerçekliktir.
Başlı başına var olmuş bir yaratık gibidir; zayıflayan insan iradesine hükmetmeye çalışan bir canavar misali, iyilik üzere yaratılmış insan ruhunu ele geçirerek duygular üzerinde egemenlik kurar.
Bir balığın suya olan ihtiyacı gibi, kulun da inanca ihtiyacı vardır.
İnançsız bir kul, susuzluğa mahkûm edilmiş bir balık gibidir.
Azalan inançlarla birlikte beden susuz kalır, ruh zayıflar.
Ve işte o an, kötülük daha çok yaklaşır insana; onun bedenini ve ruhunu bir kukla gibi ele geçirir.
Peki, bu bedenleri nasıl diri tutacağız?
Elbette ki inancımızı güçlü tutarak.
Kul inançsız olamaz.
Ve eğer kulsa, Allah’sız da olamaz.
Fakat zamanla okuduğumuz kimi hadislerin, gerçekten sahih olduğunu sanarak, aslında inancımızı körelttiğini fark edemedik.
Çünkü o sözler, akla ve mantığa ters düşüyordu.
Oysa Nisâ Suresi 48. ayette Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
"Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için affeder."
Geçmişten bu yana, katı kurallarla yazılmış pek çok hadis, sanki bizden kusursuzluk bekliyordu.
“Şunu yaparsan ebedî cehennemliksin” diyerek, cenneti kendi elleriyle kurmuş gibi hüküm verenler oldu.
Din adamı sıfatı altında yapılan bu manipülasyonları artık daha net görebiliyoruz.
Oysa biz beşerdik.
Hata ve günah üzerine kurulu bir nefsimiz vardı.
Bunu inkâr etmek, belki de en büyük günahtı.
Eğer her günahın karşılığı ebedî bir cehennemse, bu anlayış, Yüce Allah’ın Rahman olan sıfatını yalanlamak anlamına gelmez miydi?
Kul, günahlarıyla vardı.
Onu kusursuz görmek ya da öyle yargılamak, cahillikten başka bir şey değildi.
Yüce Allah, açıkça beyan etti:
Şirk dışında işlenen her kötülük, samimi bir tövbeden büyük değildir.
Ancak nice beşer, uydurma hadislerle korkutuldu, inancından uzaklaştırıldı.
Oysa önce kula tövbe kapısı gösterilmeliydi.
Hiçbir günah, tövbeden büyük değildir denmeliydi.
Yaratıcı olan Allah’ın Rahman ismi neden Kur’an’da defalarca geçer?
Çünkü O’nun büyüklüğü ve kudretiyle ilgilidir bu isim.
Yeryüzünde işlenmiş tüm kötülükleri bir kefeye koyup, Rahman ismini diğer kefeye koyduğumuzda, elbette ki Rahman isminin ağırlığı galip gelir.
Allah’ın bu yüce sıfatını küçümsemek, O’na karşı işlenebilecek en büyük isyandır.
Biz beşerdik.
Ve elbette ki şaşardık.
Ama şaşsak da, düşsek de, günah işlesek de, bize düşen, yeniden kalkıp Rahman olan Allah’a yönelmektir.
Çünkü yaşamak, sadece nefes almak değil; bazen tövbe ederek ruhu diriltmektir.